29 Temmuz 2010 Perşembe

SOYADI KALIP ve ALGORİTMALARI



İzlediğim ilk Dünya Kupası olan Amerika 94'te, Hollanda Milli Takımı'nın oyuncularının tamamına yakınının soyadında bulunan "van" ve "der" eklerinin, ne işe yaradığını merak ettiğim günden bugüne, ilgim var soyadlara. Özellikle de, İskandinav, Slav ve bazı Avrupa ülkelerindeki gibi, belirli bir algoritmaya sahip olanlara karşı.

1 seneye yakın, ara ara bu konu üzerinde okuyor ve araştırıyorum. Konu hakkında Türkçe kaynak yok diyebiliriz. Varsa da ben bulamadım. Ben bulamadıysam yoktur diyeceğim ama fazla narşist kaçacak. Yok işte, aaaaa!

Neyse, bu algoritma ve kalıpları öğrendikçe insan, önceden tanıdığı isimlere karşı; "aaaa lan bu herifin babasının adı buymuş" gibisinden cümleler kuruyor. Hatta işi biraz daha ileri götürüp; "şimdi bu karının kızı olursa, onun soyadı şu olacak" gibisinden çıkarımlar elde edebiliyor. Ben ettim, ordan biliyorum.

Radikal farklılıklar taşıyan bir kaç tanesini saymazsak, dünya üzerindeki soyadları 3 ana tür altında toplamak mümkün:

1 - Baba adına (Johnson),
2 - Mesleğe (Sawyer),
3 - Memlekete (Wennington)

atıfta bulunanlar...

Şimdi tek tek, ilgimi çeken ülkelerdeki bu algolaritmalardan, en temel olanları hakkında, bu bahsettiğim süreç içerisinde öğrendiklerimi yazacağım.


Rus Soyadları:

Rus soyadları, bilinen en eski ve en yaygın soyadı tekniği olan, İngilizler'in "patronym" dediği, Türkçe'ye "baba adını alma" gibisinden çevirebileceğimiz algoritmaya dayanıyor. Olayın, bizdeki "Tellioğlu Lütfü" ve "Seferoğlu Suphi"den hiç bir farkı yok lakin Rus dilindeki "eril" ve "dişil" farkından dolayı, olay erkek ve kadınlar için farklı seyrediyor. Şöyle ki:

Babasının adı Kaspar olan bir Rus delikanlısı; “Kasparov” soyadını alırken, aynı isimde babaya sahip olan o ipek tenli kızlar; “Kasparova” soyadını alıyor.
Rusya 200 milyona yakın insana, onlarca farklı etnik gruba sahip olduğundan, devasa sayıda soyadı algoritmasına sahip. Ben sadece en popüler olanını seçtim.



Hırvat, Boşnak, Sırp soyadları:

Tarihin sportif açıdan en fantastik voltranı; Yugoslavya'yı oluşturan bu milletlerin soyadlarında da patronym'ler başı çekiyor. Eril, dişil muhabbetleri bu grup için pek geçerli değil. İsimlerin ya da mesleklerin sonlarına "ic" ve "ovic" ekleri getirilerek, soyadı yapıyorlar. Şöyle ki:

Tarih boyunca savaşın eksik olmadığı bu coğrafyadaki en popüler meslek nalbantlık olduğundan, bu kelimenin, yerel dillerdeki karşılığı olan "kovac" kelimesi, bu milletlerdeki en popüler soyadların başında geliyor. “Kovacic”, “Kovacevic” gibi...



Leh soyadları

7-8 tane sessizin yan yana yazılabildiği, daha da inanılmazı bunun okunabildiği, gözü en çok yoran isimlere sahip olan bu dil için soyadlar da pek farklı değil. O çok meşhur "ski" eki aha işte bu millete ait. Bu ek, diğer örneklerde olduğu gibi "oğlu" anlamını taşımıyor. Aslında iyelik ekinden başka bir şey olmayan bu ek, o ailenin, asil(!) olduğunu belirtiyor. Şöyle ki:

“Fabianski” soyadına sahip birisinin, Polonya'nın Fabian(!) adındaki asil ailesinden olduğu anlaşılıyor. Lehler için de, eril, dişil durumu söz konusu. Dolayısıyla, hatunsa eğer bu kişi, “Fabianska” olarak çağırılıyor.

Soyadı seçebilme özgürlüğünden sonra, herkes kendini "ski" olarak görmek istediğinden, artık Polonya'da, bu ve bunun türevi eklerle bitmeyen bir soyadına sahip adam bulmak zor.



İskandinav soyadları

Dünyanın en güzel kadınlarına sahip bu grup için de patronym'ler uzak ara lider. İsveç'te bu ek "sson" iken Danimarka ve Norveç'te "sen". Şöyle ki:

İsveççe'de Eriksson, olan bir soyadı, Danca ve Norveççe'de Eriksen olarak hayat buluyor. Bu ülkelerdeki soyadlarında da, kadın erkek farkı gözükse de, bu bir kural değil.



Felemenk soyadları

Bu adamların soyadları eklerden ibaret. Van Gogh, Frank de Boer, Van der Saar gibi örneklerden aşina olduğumuz eklerin anlamları şu şekilde:
Van: Türkçe’deki “den” ekinden bir farkı yok. Yani şu ressam lavuğun soyadının (Van Gogh) Türkçe karşılığı; “Goghgillerden”e denk geliyor.

De: İngilizce’deki “the” eki. Bizde bir karşılığı yok. So that, örneği have to İngilizce’den vereceğim. Hani İngilizler lakablara, “the” ekini koyarlar ya; “Karl The Mailman” gibisinden. Ha bu da aynen öyle işte.
Der: Bunun da Van’dan pek farkı yok. Varsa da ben anlamadım. Bir anlayan bana anlatırsa sevinirim.



Grek ve Rum Soyadları

Ben bu heriflerin soyadlarını seviyorum. Öyle soyadları var ki bu adamlarda, kişinin adı ne olursa olsun, karizmayı tavan yaptırıyor. Diamantidis mesela. Bu herifi 2006 Avrupa Şampiyonası'nda duymuştum. Duyar duymaz bir toparlanmıştım koltukta. Düşünsene, semtte bi mevzu çıktı, direk Diamantidis'i ara, tamam. Korkar adamlar. Keza Karagounis ya da Nikopolidis. Bu adamların adı Abuzer olsa kaç yazar? Soyadların karizması yeter.
Neyse bu kadar geyik yeter. En sık kullanılan 2 Yunan Soyadı kalıbının hikayesi şöyle:

- akis: Giritli demek bu. Yani Georgakis soyadı; o kişinin dedesinin adının Georgo, memlektinin de Girit olduğunu bize söylüyor. Bu küçük bilgiden, büyün Yunanlılar'ın Girit'ten türediğine varabilir miyiz? Bence varamayız.
- poulos: Bu da küçük demek. Boyut anlamında değil ama, İngilizce’deki “Junior” gibi. Yani şu Kıprız'ın Rum tarafının uzlaşmaz başbakanı Papadopulos vardı ya öldü hani geçenlerde, işte o elemanın soyadı şu demek oluyor; Junior Papado.



Macar Soyadları

Macar deyince aklına salam gelenlerdenseniz, hiç Macar kızı tanımamışsınızdır. Bence dünyanın en seksi (güzel değil bak seksi) dişileri bu milletten çıkmadır.
Neyse. Macar soyadları için söyleyebilecek tek şey; bu ülkede ve dilde, soyadlar, addan önce yazılıyor.
Örn: Macar pornostar Brigitta Bulgari aslında ülkesinde Bulgari Brigitta deyü çağrılmakta. Bu hanım kızımızın gerçek adı bu değil tabi ama olsun.
Bu durum yabancı isimlerde uygulanmıyor. Yani John Doe, Doe John diye yazılmıyor.



İzlandalı soyadları

Eveeeet. İzlanda'ya geldik. Bir gün mutlaka gideceğime inandığım, masalsı insanların yaşadığı, dünyadan soyutlanmış, dünya hava trafiğinin bir süre amına koyan şu epik memlekete.
Bu insanların aslında soyadı alma gibi bir zorundalığı yok. Tamamen keyfe göre burada bu iş. Sistem de şöyle işliyor; erkekler baba adlarına “son” kadınlar ise “dottir” ekini ekliyor ve soyadı elde ediyor...
Örnek: Adı Gunnar olan bir elemanın Aron diye bir erkek ve Kristin diye bir kız çocuğu olursa bunları soyadları şöyle oluyor:
Aron Gunnarsson
Kristin Gunnarsdottir

Eveeet. İşte böyle. 4-5 aydır ara ara el attığım bu yazıyı tamamlayabildim için mutluyum. Ne işe yarayacak bilmemekle birlikte, çocukluktan beri ilgimi çeken bu konu hakkındaki meramımı gidermiş oldum. Mutluyum.


Son olarak, bazı ülkelerin, en çok kullanılan soyadlarıyla bitiriyorum:


Daniarmarka:Jensen

Yunanistan: Papadopoulos

Almanya: Müller

İrlanda: Murphy

İtalya: Rossi

Hollanda: De Jong

Norveç: Hansen

Rusya: Smirnov

İspanya: Garcia

İngiltere: Smith

Galler: Jones

Çin: Wang

İsrail: Cohen

Japonya: Sato

Kanada: Lee

A.B.D.: Smith

Arjantin: Gonzalez

27 Temmuz 2010 Salı

ŞİZOFRENİK ŞİİR DENEMELERİ 1




Kim taktı bu “dokunmayın” levhasını boynuma ki
Bu kadar acıkmışım ben dokunulmaya.
Aslında sevmezdim pek bu işi
Zira gıdıklanırdım baya.

Bu yukarıdaki dörtlüğün şekli silaha mı benziyor,
Yoksa yine takmıyor muyum gözlükleri mi?
“Mi burda ayrı yazılmaz”
Bozma duyguyu, yaz, siktirtme ebeni!

Pekala, ne diyorduk; yaş yirmi beş.
Yani; (yolun yarısı + 20 ) – (yolun yarısı x 2).
Hmmm, eksi çıkıyor bu işlemin sonu.
Lan yoksa ben hiç yaşamadım mı?

Yaşadım yaşadım.
Tarkan'ın “Unut Beni”si en çok bana dedikeyt edildiyse de, baya baya sevildim de.
Ama takmadım çok, zira “i said saçlar no” dedim!
İngilizce'yi bu yüzden hiç sevemedim.

Biliyor musun benim sevdiğim kızların adı hep güzeldi.
Lalala, lölölö, rerere, rarara...
Yaşadıklarım gerçekten özeldi.
Gassaray Gassaray Cimbombom!

Bu kıtada hece ölçüsünün amına koyacağım, üç bacaklı zenciler, Yao Ming, hepsi komplekse girecek, lakin saçmalamamak da istiyorum ama hayat da böyle güzel sanki, bir tarafın sadece sevmek isteyip, kalmak istiyor sadık, diğer tarafın diyor ki kalmaya bir hatun tatmadık!

Aslında bu yazıya şöyle başlayacaktım;
Kim taktı bu “dokunmayın” levhasını boynuma ki, dokunulmayı bu kadar özlemişim,
Tarihi eserleri koyarlar müzeye,
Ama ben daha yirmi beşim!

Ha şimdi dersen ki; abartıyorsun genç, yirmi birdi Mehmet, girerken Balat'tan,
“Old at heart but I am only 28” deyip, yapıştırırım cevabı en güzel ballad'dan!

Aslında Osmanlı'yı severim, koysalar da koca devletin adını Osman,
Ama Guns bu, Don't Cry, November Rain, Estranged falan…
Fatih mi döver Axl mi bilmem de,
Ajax'ın batmasının sebebidir Bosman!

Matematik 1'i etkisiz eleman saysa da,
Sonsuz olurdu 1 başına etkin hayatıma.
Matematik işte canım, çelişir öyle sürekli,
Söyle Pi'yi 3 mü alalım yoksa 22/7 mi?

Aslında seviyor muyum neyim lan ben seni,
Hiç sıkılmayız senle, yaparız öyle aklımıza eseni.
Çok sevdim biliyor musun koltuğunun yüzümde çıkardığı deseni.
Hiç görmesem de çok seviyorum dedeseni!

23 Temmuz 2010 Cuma

The Cranberry Saw Us




Her İngilizce hazırlık okumuş Türk genci gibi benim de çocukluk yıllarıma damgasını vurdu bu Kuzey İrlanda'nın soğuk ve gri havasından çıkma grup. İlk 2 gelişlerinde izleyememiştim ama 3. gelişlerini kaçırmadım. İyi ki de kaçırmamışım.

İlginç bir grup bu. Boyband'lerin hakim olduğu bir müzik endüstrisine inat, hatunun tekinin frontman'lik yaptığı ve o hatunun, grubun hemen her şeyi olduğu bir grup. Nedir bu her şey? Yazılan lirikler, yapılan besteler, ritim gitar, klavye... Diğer elemanları sevsem de, 20 küsür yıldır gruba ne kattıklarına dair somut bir şey yok aklıma gelen. Bir çok insanın The Cranberries dendiğinde, Dolores O'Riordon isminden başka ortaya sunacakları bir şeylerinin olmamasının nedeni de bu...

Müzikalitelerinin arkasında duramam. Zira bütün şarkıları 4 akordan ibaret ve tamamına yakını tek düzedir Cranberries'ın. Yüze yakın şarkılarında, bir kaç istisna dışında, bir tane gitar solosu yoktur. Yoktur ama 14 - 20 yaş arası bana yaşattıkları çok büyüktür bu elemanların. O yüzden severim. Çok severim. Pink Floyd, Led Zeppelin, Iron Maiden, şüphesiz ki çok kaliteli müzik yapmışlardır ama bana hissettirdikleri bir şey olmadığından, bi önemi yoktur bu grupların bende.

Öyle işte. Gittim. Animal Instinct'te hafif gözlerim doldu. Salvation'da hoplayıp zıpladım, When You're Gone'da burnuma ortaokul sıramdaki o janjanlı jackpot serisinin kokusu geldi.

Gecenin sonunda, arabada yine Animal Instinct dinlerken, şöyle bir kanıya vardım; herhangi bir olgunun, senin hayatında ne kadar yer tutacağını, onun kalitesi ya da niteliği belirlemiyor. O olgunun sana neler hissettirdiği, onunla geçirdiğin vakitteki paylaşımların belirliyor, onun senin hayatında nasıl bir ize sahip olacağını...

Konserden bir kaç not:

- Dolores ciddi kilo vermiş, Hogan kardeşler; Noel ve Michael iyi kilo almışlar.

- Dolores kötü giyinmeye devam ediyor. Ama sanki bu çirkinlik ona yakışıyor.

- Noel sandığımdan daha iyi bi gitaristmiş.

- Michael'ın ketum olduğunu biliyordum ama adam konserin başından sonuna tek bir ifadeyle bitirdi. Bir kere güleydin be adam.

- Dolores dans ederken kendini kaybediyor ve bu ona çok yakışıyor.

- Küçük Çiftlik Park'ta konser düzenlemeyin!















The Cranberries. Soft rock ezgileri, anlaşılabilir lirikleri,

20 Temmuz 2010 Salı

GEÇTİ



merbaha ben! bu gerçek ben. al çayını gel biraz konuşalım senle.

geçen hafta aşık olduğunu sandın ya hani sen. o şimdi şöyle... olay tamamen benim ibneliğim. acayip dokunulmayı özlemiştim ben. jeff hornacek'in yanağını düşün. emekli olduktan sonra ne kadar özlemiştir o yanak dokunulmayı. ha işte aynen o misal ben de, sen lera'dan ayrıldıktan sonra benzer bir boşluğa düştüm. e haliyle böyle içten dokunan biri olunca sana, salgılamamam gereken hormonları salgıladım. hahahaa siz insanların bu salak kavramlarına sığınmayı çok seviyorum! derken işler sana aksetti ve afalladın biraz. neyse durum bu kardeş. geç bir april fool vakası olarak bak ve kızma bana e mi?

o değil de, içimde acayip bir heyecan var askerlikliğinle ilgili. ya gidip, virtüöz olarak geleceksin, ya da birlikte öleceğiz. bilmiyorum. ilki daha ilginç geliyor. belki de cennet vardır ve aslında ilginç olan ikincisidir. onu da bilmiyorum. bilsem yazar mıyım zaten lan sikik!

"zor olanı seviyor insan her defa" diye aksak ritimli bir deniz seki şarkısı vardı. güzel götlü karılar dans ediyordu boş bir meyhanede. o meyhanede olmak istiyorum ben. ha, içiyomusun ki canın meyhane istiyor diyeceksin, haklısın. sustum.

bugün ben yazdım. çıkmama izin verdiğin için sağol. böyle ara ara ayağamın toprağa değmesine izin verirsen, bu ikimiz için de iyi olur. unutma, iki sınır ülkenin, dikenli telleriyiz, dokunsak kanar ellerimiz. ehehehee kızma lan şaka.

hadi, git biraz çalış.

15 Temmuz 2010 Perşembe

FAST LOVE



Çok garip sevdim seni ben. Yattık, kalktık... Kalkmasaydık keşke. Yani keşke sabaha çıkamasaydık demiyorum da, beraber uyuyunca birden, değişti işler. Çünkü çok güzel kızdı Lera. Çok sevmiştim. İnsan sevgilisine saygı duyar mı lan? Ben ona saygı duyuyordum. Gurur bile duydum. O gittiğinden beri kimseye insancıl duygularla dokunmadım. Çok hafif geldi tüm kadınlar. 2 yıldır tüm kadınları mastürbasyona alternatif birer canlı olarak gördüm. Sen de çok hafiftin gerçi. 50 kilo falandın. Filinta gibi. Çok hoşuma gitti vücudun.

Ne diyorduk? Ha işte ben. Yalnızlığın en büyük mutluluk olduğunu düşündüğüm o çöp dönemde, karşıma çıktın. Saftın, doğaldın, zekiydin, özgür kız modun doğuştan on'du falan. Bunları sevdim. Seni değil. Yok yok. Seni de sevdim diyeceğim ama, “2 günde insan nasıl sevilir”i sana anlatacak, seni ona inandıracak vaktim yok. Hem çok çalıştırıyor patron beni, hem de zaten 4 ay sonra gidiyorum. Ama bi şey diyeyim mi? Gerçekten çok iyi bir insanım ben. Ukalalık yapmıyorum ama seni annenden bile çok sevebilirdim. Ama olmadı.

Bi de güzel değilsin dedim ya, aslında çok güzelsin. Sadece iyi anlatamadım kendimi. Huyumdur. Dilimin abukluğu, hislerimin yoğunluğuyla doğru orantılıdır benim. Ha başörtü, kurban olduğum yaresulallahtan gelebilir amma lakin ki öyle değildir. E yorumlamam bu kadar. Hadi hayırlı işler.